İlgi alanlarım ve güncel konularla ilgili yazılar, düşünceler, analizler...
15 Mayıs 2016 Pazar
Herkes birer sosyolog!
Bu yazı bir yakarış niteliğinde olup herkesin sosyolog kesilmesine sessiz kalamayışımdandır.
Yurdumun güzel ülkesinde herkesin her konuda iyi bir bilgisi ve fikri vardır. Malum “devlet büyüklerimiz” de her konuda uzman olduğu için halk da onların izinden yürüyor. Başımızdaki yöneticinin siyasetçi ve yönetici kimliğinin dışında uzman bir jinekolog, dünyanın en iyi tarihçisi, edebiyatçısı hatta zaman zaman fizikçi kimliği ile ekranlarda görebiliyoruz.
Konu sosyal bilimlere ve gündelik yaşama uzanan konular olunca herkes birer sosyolog kesiliyor. Ben 4 yıl ODTÜ’de sosyoloji okudum. Ben sadece fikir yürütebilirim ve farklı yönlerden yaklaşabilirim o kadar. Bu konuda yıllarını vermiş ülkemizde ve dünyada çok iyi analizler yapan sosyologlarımız varken, ben de kimim ki? Bu bahsettiğim gerçekten emek vermiş sosyologlar ahkam kesmezler ve ellerinde done olmadan çıkarım yapmaktan kaçınırlar ve bir örnekten yola çıkarak genelleme yapmazlar. Fakat Türkiye’de herkes bir sosyolog olmuş! Konuşmalarda sosyolojiye ait kavramlar kullanmak konuya derinlik verdiği düşünüldüğü için sanıyorum çokça kullanılmakta.”Sosyal gerçeklik” ve “sosyolojik gerçeklik” gibi ve buna yakın konseptlerin sıkça ama içi boş olarak kullanılıp sosyolojik çözümlemeler yapılmakta. Bu kavramları kullanırken kendilerinden emin duruşları ve bu kavramları açıklama gereği duymamaları hayretlik verici. En başta sosyoloji durağan bir bilim değildir ve sürekli değişir. Toplumdaki yapılar ve dinamizmler değiştiği için sürekli araştırmak ve okumak gerekir ki fikir yürütebilelim. Bu içinde bulunduğumuz toplumsal yapı ile elbette alakalı. Bu sadece bireyselliğe indirgenebilecek bir konu değil. Bunda Türkiye'nin toplumsal, tarihsel ve ekonomik yapısının da etkisi var. Bu konuda teknoloji ile birlikte paralel ilerleyen medyanın özellikle sosyal medyanın etkisi yadsınamaz. Sosyal medyada herkesin birer söylem ortamı doğurduğundan yazıp çizilenlerin ardı arkası kesilmemekte. Benim şaşırdığım nokta ise bu yorumları yaparkenki bilmişliğimiz ve kendimizden çok emin duruşumuz. Elbette bireysel düzlemde herkesin siyasal ve toplumsal olaylarda fikirde bulunma hakkı var. Bahsettiğim bu değil. Bireylerin sosyal ve siyasal olaylar hakkında yorumda bulunması ve olaylar karşısında kayıtsız kalmaması sağlıklı bir toplum göstergesidir ama bahsettiğim durum arasında fark var. Bireysel olarak düşüncelerin paylaşılmasına hiçbir sözüm yok, olamaz da. Ben bir konuda bir şey yazarken fikir beyan ederken bile kırk kere düşünürken, gerek sosyal medyacıların, gerek kendilerini yazar ilan edenlerin ve gerekse sokaktaki vatandaşın ahkam kesmelerine sözüm var.
Bu konuda sosyolojik bir konu olup, daha derinlemesine düşünülüp tartışılmaya ihtiyaç duyulan bir konudur. Eğitim sistemimizin, her geçen yıl artan üniversitelerin ve sosyoloji bölümlerin açılmasının ama kalite olarak yeterli olmayışından tutun, geleneklerin, norm ve değerlerin, ekonomik yapının, medya araçlarının, dini ve kültürel değerlerin kısacası toplumu oluşturan ve bir araya getiren bütün olguların bir arada ele alınarak düşünülmesi gerekir ama “biz her şeyi en iyisini biliriz ve başkalarından öğrenecek değiliz” popüler söylemleriyle bir yere varamayacağımızın farkında olmak gerekir.
19 Haziran 2014 Perşembe
Kentsel Dönüşümün Diğer Yüzü
Türkiye’nin dört bir yanında kentsel dönüşüm projeleri uygulanıyor. Kentsel dönüşüm projeleri elbette sadece Türkiye’ye özgü değil. Bu projelere ilk bakışta kentleşme bir anlamda modernleşme veya ilerleme anlamı taşıyabilir ki bu kentsel dönüşüm projelerinin neden kabul gördüğünü açıklayan bir sebepten biridir. Sapanca Kestanelik örneğinden yola çıkarak kentsel dönüşümün diğer yüzünü anlamaya çalışmak gerekir çünkü kent yoksulları kentsel dönüşüm projeleriyle birlikte mağdur olabilir ve dışlanmaya maruz kalabilirler.Kentsel dönüşüm projesiyle yüz yüze kalan insanların çoğu gecekondu veya eski ve bakımsız yerlerde yaşayan ve düşük gelir grubuna ait kişiler. Proje sürecinde ne yapacaklarını ve kime başvuracaklarını bilemiyorlar. Sapanca örneğinden yola çıkarsak Kestanelik’de yaşayanların birçoğu Roman. Roman olmak maalesef bu toplumda dezavantajlı grup demek. Bu halkın kendilerine ait bir yaşayış biçimleri var. Toplumun hakim kültürüne tam olarak adapte değiller fakat yaşamlarını da sistemin içerisinde sürdürmeye devam edebiliyorlar. Bu insanları alıp kentin çeperlerindeki yani merkez dışındaki alanlarda inşa edilen evelere taşınması halinde yeni yoksulluk biçimleri ortaya çıkabilir çünkü gecekondu bölgesinde yaşayan insanlar yeni yaşantılarını sürdürebilinirliğini sağlayamamaktadır.Kentsel dönüşüm projelerinin bir diğer boyutu ise; ranttır. Bu tarz projeleri hayata geçirmeden önce insanların nasıl algılayacağına ve hayatlarını nasıl etkileyeceğine bakmak gerekir. Genelde Türkiye’de kentsel dönüşümün uygulandığı alanlarda yaşayan insanlar belediyenin evlerine el koyduğu ve karşılığını vermedikleri gerekçeyle tepkililerdir çünkü onlarda “yerinden edilme” hissi yaratmaktadır ve zorunlu olarak yeniden yerleştirilmektedirler. Bu bağlamda baktığımızda, kent yoksulları şehrin dışına itilmektedir.
Kentsel dönüşüm projeleri bina inşa
etmekten ve çevrenin güzelleştirilmesinden ibaret değildir. Bu bir müdahale
biçimidir ve zorunluluk içermektedir. Bu yüzden de var olan yoksulluğu ve
dışlanmayı yeniden üretir.
2 Ekim 2012 Salı
Modernleşen Türkiye'nin Tarihi-Erik Jan Zürcher
MODERLEŞEN TÜRKİYE ‘NİN TARİHİ-Erik Jan Zürcher
“Modernleşen” Türkiye’yi Eric Jan Zürcher tarafından nasıl ele alındığından bahsetmek istiyorum. Tabi modernleşme dediğimiz süreci doğrusal olarak daha iyiye gitmek anlamında olduğunu kabul ederek bakmak gerekir kitabı yorumlamak için. Ben modernite tartışmalarına bulaşmadan, kitabın birinci kısmını analiz ederek anlamaya çalıştım.
Erik Jan Zücher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında, Yeni ülke
Türkiye’nin oluşum sürecinde diğer Batılı Devletlerin içinde bulunduğu sisteme,
kapitalizme entegre olmaya çalışması şeklinde ele alındığı söylenebilir.
Batı’ya yani moderniteye nasıl adapte olmaya çalıştığının yanında bu süreçteki
engelleri, çelişkileri ve yapılan hareketlerin üzerinden giderek kitabı
kurgulamıştır. Bu süreci, bu dönemin başrol oyuncusu olan Jön Türkler
hareketlerini analiz ederek yorumlamıştır.
Askeri gücün önemli olduğu Osmanlı’da, 1900’lerin başlarında ordudaki
alt-üst askerlerin yani askerlerin içerisinde bir sınıfsal yapının oluştuğu ve
durumun orduda sıkıntılara yol açtığını yazmıştır. Fakat konu işçilere
gelindiğinde, işçiler grev yapsalar da bu hareketlerin otoritenin panikleyerek
bastırıldığından bahsetmektedir. Jön Türkler’ in demokratik bir tutum
içerisinde olmasından çok, otoriter bir yönetim sergilediklerini vurgulamıştır.
Milliyetçilik akımının güçlenmesiyle Osmanlı’da bu durumdan
kurtulamayacağını fark ettiğinde reform hareketleriyle modernleşme çabalarını
arttırmıştır. Fakat içinde bulunduğu toplum homojen değildir. Kitapta Osmanlı
toplumunun heterojenliğine vurgu vardır. Hatta din unsuru bu heterojen yapıyı
birbirine bağlayan tek güç olduğu belirtilmiştir.
Birinci Dünya savaşından bahsederken Osmanlı’nın neden ittifak grubuyla
anlaştığına cevaplar aramış ve o zamanda Dünya politikasında baş aktörlerden
biri büyük güç olarak görülen Almanya’nın istekli olmasına bağlamıştır.
Özgürleşme ve Batılılaşma hareketleri; bu hareketlerin başlatıcısı ve
varoluş nedeni olarak görülen İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında
anlatılmaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oynadığı rol üzerinde durmuştur.
Jön Türkler olarak da bilinen Cemiyetin mensuplarının yapmak istedikleri
reformların toplumdan talep edilerek değil de, iktidar tarafından yapılmaya
çalıştığını vurgulamıştır. Toplumun içinde bulunduğu yapıyı, değişimi ya da
değişememeyi nedenleriyle açıklamaya çalışmıştır. Dönemin amacının yani Jön
Türk Hareketlerinin demokrasiden ziyade, devletin kuruluşunu ve güçlenmesini
üzerinden şekillendiğini söylemektedir.
Batılılaşma hareketlerinden Türkiye Cumhuriyet Devletinin kuruluşundaki
süreç, daha çok askeri- üst sınıf tarafından yönetildiğini yazmıştır. Ayrıca,
batılılaşma çabalarının kaynağı II. Mahmut’a uzandığına, Jön Türklerin bunu
devam ettirdiklerini de belirtmiştir. Bütün bu süreçte, toplumun hatta kurulan
meclisin homojen bir yapıdan oluşmadı için toplumda ayaklanmaların oluştuğu,
zaman zaman parti içerisinde ayrımların ortaya çıktığından bahsetmiştir. Bir
tarafta modern olmaya çalışan yenilik yanlısı, diğer tarafta buna karşı olarak
Muhafazakârların çatışmalarını da işlemiştir.
Atatürk’ün çok köklü demokratik yenilikler yapmasına rağmen, cesaret
edemediği değişimler olduğuna değinmiştir. Kadınlarla ilgili yapılan
yeniliklerde peçeyi kaldırmaya cesaret edemediğini belirtir. Burada da toplumun
henüz bu kadar hızlı bir değişime hazır olmadığını, tutuklama ve idam
cezalarıyla bile yaptırılamayacak değişiklikler olduğunu göstermeye
çalışmaktadır. Yazar, Lozan Barış
Antlaşmasından Türkiye için önemli bir adım olarak ele almıştır. Osmanlı’nın
varlığından tamamen kurtulmak ve yeni bir ülkenin kurulması için bu sorunları
bir dönüm noktası niteliğindedir. Kitabın dönüm noktaları ve dünyadaki başrol
oynayan devletler ve Osmanlı- Türkiye yapısındaki baş aktörler üzerinden
kurgulanan, bu değişimdeki sorunlara, seçimlerin nedenlerine ve var olan yapı analiz
edilerek anlatılmıştır.
Not: Kitabın birinci kısmıyla ilgili yazıdır. Diğer bölümleriyle ilgili
ilerleyen zamanlarda yazacağım.
17 Eylül 2012 Pazartesi
Karmaşık Bir Sorun: Mobbing
Mobbing bir sürü yönden
ele alınabilecek bir konudur. Mobbing’in ne olduğu, ne zaman ortaya çıktığı,
mobbing eylemi içerisinde bulunan aktörler, mobbingin uygulanma sebepleri,
mobbinge maruz kalanların yasal hakları gibi bir çok değinilmesi gereken konu
vardır. Bu yazıda, kısaca mobbingden, mobbing türlerinden bahsetmek ve mobbinge
maruz kalanların sessizliğinin arkasındaki toplumsal nedenlere değinmek
istiyorum.
Mobbing; çalışanı
yıldırmak üzere yapılan psikolojik tacize denmektedir. Mobbing, çalışanın işten
çıkmasını sağlamak amaçlı yapılan pasif bir eylemdir. Bu eylem sadece işveren
ya da yüksek pozisyondaki bir çalışan tarafından yapılır diye bir şey yok. Aynı
statü ve özellikteki çalışan bireyler de birbirlerine mobbing
uygulayabilmektedir. Mobbing genellikle karmaşık, çok yönlü ve çalışanlar
üzerinde baskı yaratan bir harekettir. Bir kişi tarafından yapılabildiği gibi
bir grup tarafından da mobbing uygulanabilir ki bu çalışan üzerinde daha çok
baskı yaratır ve çalışan haklarını savunmak da güçlük çeker.
Mobbing sadece superior
grubun (gücü elinde bulunduranların, daha çok işyerinde üst pozisyonlarda
olanların) sobordinate gruba (yani alt pozisyonlarda
çalışanlara) yaptığı bir eylem değildir. En çok görülen bu tip mobbing olsa da
upword mobility dediğimiz, liderlere ve yöneticilere yönelik mobbing ve
horizontal dediğimiz hemen hemen aynı mevki ve statute bulunanlar arasında da mobbing
görüldüğünü söylemek mümkün. Downword dediğimiz mobbing daha çok kişinin
elindeki gücü kullanarak, güçten kastettiğim sosyo-ekonomik güc, süreklilik
halini almış psikolojik taciz biçimidir.
Mobbinge maruz kalan
bireyler işten çıkmaları ya da çıkartılmaları durumunda maddi olarak sıkıntı
yaşamalarının yanında psikolojik zorluklarla mücadele etmek durumunda
kalırlar. İş yerindeki baskı ve tacizden dolayı bireyler çalışma motivasyonunu
kaybeder. Değinmek istediğim nokta ise; mobbing’in ne olduğunun bilinmemesi ve
mobbing uygulandığının farkında olunmaması. Hatta “mobbing” kavramını belki de
çoğumuz yeni yeni duyuyoruz. Diğer bir nokta ise özellikle Türkiye’de mobbinge
maruz kalan bireyler kendi haklarını bilmemekte, bilseler de
savunamamaktadırlar. Günümüzde işsizliğin fazla olması, yani kapitalistin her
zaman kullanabileceği yedek bir emek gücünün olması ve geleneksel bir toplum
olmamızın mobbinge uğrayanların sesini çıkaramamasına neden olabilir. Özellikle
downword mobbinge maruz kalan çalışanlar işten atılma korkusuyla işlerinden
olana kadar sesini çıkaramayabilirler. Geleneksel toplumla ne alakası var
diyebilirsiniz. Onu da şöyle açıklayayım: toplumsal ve hemşerilik ilişkilerinin
önemli olduğu ve bu sosyal ağların bireylere iş imkanları yarattığı bir
toplumuz. Bize network sağlayan bireylere, örgütlere ya da patronumuza
“saygısızlık” etmek hiç de hoş olmaz değil mi? Bir kişinin hakkını araması ya da itiraz
etmesi saygısızlık ya da sadakatsizlik değildir. Soru sormaktan çekinmeyin ve
hakkınızı aramaktan vazgeçmeyin. Mobbinge maruz kalanlar sesini çıkartmadıkça
daha fazla baskı ve psikolojik tacize maruz kalmak kaçınılmaz görünüyor.
Etiketler:
iş yeri,
Mobbing,
mücadele,
psikolojik taciz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)